08 Jul
08Jul

Hepimiz bir biçimde kendimize edindiğimiz kimliklerle toplumda bir yer sahibiyiz. Gerek eş, gerek evlat, gerek arkadaş, gerek ebeveyn, gerek çalışan, gerekse  iş sahibi olarak, birbirimize ve topluma karşı çeşitli sorumluluklarımız var. Ve statümüz ne olursa olsun, hepimiz bir hiyerarşik düzenin parçalarıyız. Öyleyse, ilişkileri sorgulamadan önce, parçası olduğumuz hiyerarşiyi iyi anlamak ve çözümlemek gerekiyor, öyle değil mi?

Benliğimizi keşfettiğimiz ilk çevre olan ailede, bazen açıkça görülmese de, bir hiyerarşik düzenin mevcut olduğunu hiç birimiz inkar edemeyiz. Bir çocuk, doğduğu andan itibaren, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, ama illa ki ebeveynin kendi doğruları ile şekillendiriliyor, yetiştiriliyor. Çocuğun, kendini ifade edebildiği yaşa gele kadar (ki çoğu zaman bu yaşından sonra bile), anne babaya itiraz etmek ya da baş kaldırmak gibi bir seçeneği bulunmuyor. Çocuk kendi doğrularını oluşturmaya başladığında, eğer bu doğrular, ailenin genel çizgisi ile örtüşmüyorsa ya büyük çatışmalar çıkıyor ve ilişki, yetişkin olan çocuğun evden ayrılması ile sekteye uğruyor, ya da çocuk her durumda ailesine itaat edip rahat etme yolunu seçiyor. Bu da, kişiliğini baskılamasına, hatta yok etmesine, sonuç olarak kendini ifade etmeye korkan, uyumlu olmanın güvende olmakla eşdeğer olduğuna inanan pasif, kişiliksiz, kendi sözü olmayan, tatminsiz ve mutsuz bir birey olmasına yol açıyor.

Gelelim sokaktaki hiyerarşiye. Örneğin, ülkemizde, genç bir insan olarak toplum içinde kendini ifade etmenin ne zor ve eziyetli bir iş olduğunu, gençler ve o yaşları geride bırakanlar çok iyi bilirler.  ‘’Oğlum kalk, amcaya yer ver’’ler, oturduğu koltukta uyuyakalmış ya da kitaba dalmış gence sinirle, dik dik bakıp taciz etmeler, toplu halde oturan, konuşup gülüşen ya da yolda yürüyen gençleri azarlamalar, itip kakmalar, saygısızlıkla suçlamalar, susturma ve baskılama çabaları…Toplumumuzda yetişkin-genç ilişkisi,  adeta yetişkinlerin, kendi gençliklerinin yaşanamamış duygularının intikamı gibi tezahür ediyor. Her durumda senden büyüklere yol ve söz vereceksin, itaat edeceksin, karşısında susacaksın, cevap vermeyeceksin. Çünkü sen gençsin! Çünkü sen bir hiçsin!

Bir an için düşünür müsünüz, gençlik yıllarında bu kadar hiçliğe alıştırılmış, hiç olma duygusunu benimsemiş bir birey, yetişkinliğinde kendi kişiliğini nasıl ortaya koyabilir, kendini nasıl doğru ifade edebilir? ‘’Ağaç yaşken eğilir’’ atasözümüz, ‘’Kişi, gençken hiçleştirilir’’ şekline dönüşmüş durumda sanki!

Oysa ki, bu kadar baskılama, bu kadar küçümseme ve yok sayma yerine, çocuğa, gence, bir birey olarak var olduğunu ve toplumda bir yeri olduğunu hissettirsek, yardım ya da yer istediğimizde  (gerçekten yaşlılık ya da hastalık gibi geçerli bir mazeretimiz varsa tabii), bir yetişkinden isteyeceğimiz şekilde saygıyla istesek, o gence onun da hakları olduğunu, sadece o anlık onun desteğine ihtiyaç duyduğumuzu göstersek, gençleri ezerek, aşağılayarak eğitme yerine, okullarda toplum içinde yaşamanın, birbirimizi koruma ve kollamanın önemini öğretsek, saygıyı sadece yetişkinlerin değil, yaşayan küçük-büyük her canlının hak ettiği bir değer olarak görsek daha güzel olmaz mı her şey? 

Sonra bir de okul var. Hoş, 2000’li yılların başlaması ile birlikte eski türde bir hiyerarşi kalmadı artık okullarımızda. Şimdi biraz daha arkadaş gibi öğretmenler öğrencileri ile. Ne var ki, bu kez de, ayar tutturulamayıp, sınırlar doğru ve net çizilemediği için, başıboşluk ve duyarsızlık sınırında dolaşıyor çocuklar. Sadece kendilerini düşünen, toplumsal duyarlılıktan ve empatiden yoksun bireyler olarak yetişiyorlar. Sadece talep etmeyi öğreniyorlar, vermeyi bilmiyorlar. Velilerin tepkisinden çekinen ve çoğu zaman da maddi çıkarlarını düşünen okul yönetimleri, disiplini olabildiğince gevşettiler, toplumsal değerleri çocuklara öğretmekle uğraşmıyorlar artık. Böylelikle denetimsiz kalan öğrenciler de, kendi sınırlarını kendileri belirlemeye çalışıyorlar. Hala bazı okullarda akıl dışı disiplin uygulamaları, cezalandırma biçimleri görmüyor değiliz. Ancak ikisinin ortasını bulmak, hem denetimli, hem demokratik, hem üretken, hem aydın bir ortam yaratmak çok mu zor gerçekten?

Görüyorsunuz ya, iş yerine gelene kadar pek çok testten geçiyoruz aslında. Hiyerarşi deyince direkt iş ve işyeri geliyor aklımıza ama aslında toplumun her kesiminde hiyerarşi mevcut. Ve gerçekte, hiyerarşi olmadan  toplum içinde düzeni sağlamak da mümkün değil. Önemli olan, hiyerarşiyi doğru ve üretime engel olmayacak şekilde işletebilmek.

Şimdi gelelim işyerindeki, profesyonel  anlamda anladığımız hiyerarşiye…

Astlar, üstler, müdürler, sekreterler, üst düzey yöneticiler, orta düzey yöneticiler, v.s. v.s.

Bazı firmalarda bakarsınız, herkes müdürdür. Bu firmalarda, öncelikli amaç, iç dengeleri koruyarak personelin mutlu ve verimli çalışması değil, dışarıya karşı büyük firma imajı vermektir. Sorumluluk verilir ama yetki verilmez. Bazen yetki de verilir, ama çalışana hakkı verilmez…

Astlar üst olmaya can atar, üstler sorumluluktan şikayet eder, ast üst olduğunda kendi  astlarını ezmeye çalışır. Bir tuhaf ‘’altta kalanın canı çıksın’’ düzeni, şirketlere hakim olur.

Bunu önlemenin en etkili yolu kurumsallaşmak, adama göre iş değil, işe göre adam zihniyetiyle eleman alımı yapmak, görev tanımlarını net bir şekilde belirlemek ve insanların kendi inisiyatifleri ile değil, şirket yönetimi  tarafından belirlenmiş çerçevelerde yetkilerini kullanmasını sağlamaktır. Ve tabii ki her koşulda, deneti m mekanizmaları çok iyi çalışmalıdır. Aksi halde, herkes gücünün yettiğine baskı yapmaya, kendi ezilmişliğinin hıncını kendi altındakinden çıkarmaya, takdir görmediğini düşündüğünde ise düzeni bozmaya ve huzursuzluk yaratmaya meyilli olacaktır. Tıpkı sokaktaki yaşlı amcanın 16 yaşındaki delikanlıyı sırf kendisinin önünden yürüyor diye azarlaması gibi…

Evet, hiyerarşi her kesimde var ve toplum düzeni için gerekli. Ne var ki, hiyerarşiyi oluşturan unsurlar, en başta yönetici / lider pozisyonunda olan insanlar karmaşık bir düzenin ya da düzensizliğin içinde yetişmiş ve kendi yollarını bulmak zorunda kalmışlarsa, çoğu kez, bir yansıma olarak karmaşık bir düzen kurmaları ve insanları kendi yollarını bulmak zorunda bırakmaları kaçınılmaz oluyor. Oysa ki, insanca yaşamayı ilke edinmiş, gelişmiş toplumlarda, bu görev bireylere değil, kanun/kural koyuculara yüklenir. İnsanların küçük gündelik problemler yüzünden birbirlerini ezmeleri, birbirleri ile kavga etmeleri önlenmeye çalışılır. Dengeler korunacak şekilde kurallar konur, toplumun her kesimi korunur, kollanır. Kuralların işleyişi sıkı bir şekilde denetlenir ve kişilerin inisiyatifi ile şekillenmelerine, esnemelerine  izin verilmez. O zaman da insanlar birbirleri ile uğraşmak yerine, refah düzeylerini, bilgilerini, deneyimlerini ve keyiflerini arttırmakla uğraşırlar ve birlikte mutlu bir toplum yaratırlar.

Peki bu düzeni sağlamak bizim elimizde değilse, biz ne yapabiliriz? Aslında bizim bireysel olarak yapabileceğimiz çok şey var. İşe kendimizden başlayabiliriz. İster evde, ister okulda, ister işyerinde, ister sokakta…Nerede olursak olalım, kendimize odaklanarak, başkalarının yaptıklarıyla, yedikleriyle, giydikleriyle, gezdikleriyle değil, yalnız kendimizi geliştirmekle meşgul olarak, kendimizden zayıf olanı ezmek yerine ona omuz vererek, birbirimizi yok etmek yerine destek olarak, kendi içsel mutluluğumuzu ve huzurumuzu sağlayabilir, çevremizdeki insanlara örnek olabiliriz. Her şeyden önce, güçlü olanın zayıf olanı yuttuğu bir topluma yem olmayarak, kendi gücümüzü ortaya koyabiliriz.

En önemlisi de, reaktif değil proaktif davranarak, yani şikayet etmek, protesto etmek yerine olaylara ve durumlara çözümcü yaklaşarak kendi çözümlerimizi üretebilir, aynı sorunların içinde boğuşup durmak yerine hep ileri giden, gelişen, gülen bir hayatı seçebiliriz. Hep ezilmekten şikayetçiysek, kendimizi geliştirerek değerimizi yükseltebilir, özdeğerinin farkında olan bir birey olarak daha fazla saygı talep edebiliriz. Yani aslında toplumun, kanunun, kuralların, yöneticilerin üzerine çıkarak, şikayet-didişme kültüründen olabildiğince uzak durarak, kendimiz için hayal ettiğimiz dünyayı, kendi elimizle yaratabiliriz.

Hepimize, hiyerarşinin insanları ezmediği, tersine toplumun huzurunu ve mutluluğunu sağladığı, kişilerin kendi hayatlarına, gelişimlerine odaklanabildiği, müreffeh bir yaşam alanı dileğiyle…

Tijen ÖZER


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.