Dünya, “Büyük İstifa Hareketi”nden sonra, şimdi de “Sessiz İstifa”yı konuşmaya başladı. Yani, bağırmadan, isyan etmeden, haykırmadan, sessizce, elini eteğini işten çekme durumu. Bir nevi ön istifa, bir çeşit protesto, bir vazgeçiş.
Belki de bir sessiz çığlık!
A.B.D.’de başlayıp hızla diğer ülkelere yayılan bir akım olmakla beraber, yabancısı olduğumuz bir durum değil. Bir çok şirkette, kovulmayacak kadar çalışıp, fazlasını yapmayı reddeden, kendini iletişime ve paylaşıma kapatan insanlara rastlarız. Çoğunlukla, en azından bizim ülkemizde, tazminat alabilmek için kendini işten attırma taktiğidir ve art niyetli bir pasif agresif davranış biçimi olarak pek de hoş karşılanmaz bu tutum. Diğer çalışanları negatif etkileyerek şirket içindeki huzuru ve dengeleri bozar, yöneticilerin otoritesini sarsar, ayrıca ciddi maddi kayıplara da yol açabilir. Bu bakımdan, yönetimler tarafından derhal müdahale edilmesi ve çözülmesi gereken bir sorundur her zaman. Zaten, amaç ne olursa olsun, kişinin kendisini de yıpratan bir süreçtir ve genellikle ya istifa ya da işten atılma ile son bulur.
19. yüzyılda yazar Herman Melville tarafından kaleme alınan Katip Bartleby öyküsünü hatırlayın. Bir hukuk bürosunda katiplik yapan Bartleby, kendisine yöneltilen her talebi “yapmamayı tercih ederim” cümlesiyle yanıtlayan bir pasif direnişçidir. Kimseye zarar vermez, nezaketini hiçbir zaman bozmaz, fakat standart görevleri dışında kendisine verilen işleri yapmayı daima reddeder. İş yapmayı reddettiği gibi, yarattığı saygı ve acıma duygusu ile işten de atılamaz ve olay, iş yeri sahibinin büroyu başka bir adrese taşımasına kadar gider. Bartelby, yeni büroya götürülmez. Eski adreste kalır ve oranın yeni sahibinin başına bela olur. Hiçbir yere gitmez. Zorla dışarı atılır, bu kez de, evini terk etmeyen bir kedi gibi, binanın merdivenlerini mesken tutar kendine. En sonunda polis tarafından tutuklanır ve cezaevine götürülür. Orada pasif direnişine devam eder, yemek yemeyi ve başka her türlü yaşamsal faaliyeti reddeder ve sessizce ölür. Katip Bartleby, aslında toplum ve sistem tarafından istemediği işlere zorlanan insanların gizli isyanını temsil eder; ancak öldükten sonra ilgi görerek üne kavuşan ve geçinmek için türlü işler yapmak zorunda kalan yazar Herman Melville’nin hayatının bir yansımasıdır aynı zamanda.
Peki, aslında yıllardır bilinen, yaşanan bir durumken, neden bu dönemde bir takım isimler takılarak ön plana çıkarılıyor ve kitlesel bir hareket, bir akım haline geliyor bu tarz davranışlar? Daha da önemlisi, neden daha önce çalışanlar arasında da itibar edilmezken, şimdi bir çok çalışan tarafından sahipleniliyor ve uygulanıyor?
En büyük pay elbette ki sosyal medyanın. Bir çalışanın kendi hesabından paylaştığı bir durum, birkaç gün, hatta birkaç saat içinde viral olup, bütün şirket, rakip şirketler, devamında bütün sektör, diğer sektörler ve hatta bütün dünya tarafından duyulabiliyor. Ve taraftar bulması, kopyalanarak çoğalması çok da zor olmuyor. Sosyal medyanın, son 10 yıldır yaşanan büyük toplum hareketlerindeki en önemli unsur olduğunu kim inkar edebilir?
İkinci sebep, gençlerin artık, kendi hayatlarını yönetmelerine imkan verecek esnek çalışma düzeninde ve daha insancıl koşullarda çalışmak istemeleri ve mevcut düzende seçeneklerinin kısıtlı olması. Yani sıkı ve olumsuz çalışma koşulları nedeniyle mutsuz olan bir çalışanın, işten ayrılıp akabinde istediği işi bulabilmesi düşük bir ihtimal, zira bu kişinin beklentilerini karşılayacak şirket sayısı yok denecek kadar az. Birkaç çok uluslu şirket (ve belki bazı vizyoner patronların yönettiği şirketler) dışında kalıpların dışına çıkma cesaretini gösterebilen henüz yok. Sonucu bilinmeyen uygulamalara kalkışmak, karların iyice düştüğü riskli ortamlarda daha da zor şüphesiz. Çalışanı memnun etmek adına üretimden ve kazançtan vazgeçmek ise, yakın vadede işverenlerin kolay kolay hazmedebileceği ve alışabileceği bir durum gibi görünmüyor. Gençlerse artık düzenin dayattığı, 09:00-18:00 saatleri içerisinde (hatta bazı şirketlerde daha uzun, hafta sonunu da içine alan çalışma saatleri söz konusu), iş başında ömür tüketmeye dayalı sistemlerin parçası olmak istemiyorlar. Onlar, bir yandan çalışıp para kazanırken, diğer yandan sosyal hayatlarını canlı tutmak, ailelerine ve arkadaşlarına vakit ayırmak, gönüllerince seyahat etmek, sanata, eğlenceye yakın olmak, kendilerini geliştirmek istiyorlar. Para kazandıkları gibi, kazandıkları parayı harcayacak ve kendilerini gerçekleştirecek enerjiye ve vakte de sahip olmak istiyorlar.
Kısacası, insanca yaşamak istiyorlar!
Ne demek insanca yaşamak?
Japonya’nın Okinawa adası, ortalama insan ömrünün 100 yıl olduğu, iyi yaşam koşulları ile ünlü, Ikigai (varoluş nedeni) felsefesine ilham olmuş bir yerdir. Her yıl, onlarca araştırmacı, adaya gidip, ada halkının yaşam tarzını, yiyip içtiklerini, yaptıkları işleri, adadaki yaşam koşullarını inceler. Okinawa halkı temel olarak şunları öğütler insanlığa:
Bana göre, burada farkı yaratan en önemli iki unsur, üretmek ve sosyalleşmek. Çok düzenli beslendiği, sporuna, yaşam tarzına çok dikkat ettiği halde çeşitli kronik hastalıklara yakalanan, genç yaşta çeşitli sağlık problemleri nedeniyle hayata veda eden insanları görüyoruz, duyuyoruz. Diğer tarafta, beslenme düzeni ve spor hayatı dört dörtlük olmasa dahi, salt mutlu bir insan olduğu, sevdiği işi yapmaya devam ettiği ve etrafı sevdikleri ile çevrili olduğu için uzun ve sağlıklı bir ömür süren pek çok insan da var. Özellikle sosyalleşme çok belirleyici faktör olarak öne çıkıyor. Şüphesiz ki seçilmiş ve zaman zaman yaşanan bir yalnızlık, insanı güçlendiren, kendini bulmasını sağlayan bir durum. Fakat tercih edilmeyen ve sürekli bir yalnızlık, insanları ruhen ve bedenen zayıflatıyor. Çiçeklerin bile iletişimden, sevgi dilinden olumlu etkilendiği kanıtlanmışken, aksini nasıl iddia edebiliriz ki? Örneğin, Okinawa’da yaşayan insanlar, bütün özel günlerini birlikte kutluyorlar. Dolayısıyla haftanın en az 1-2 günü, eğlence için bir araya geliyorlar. Birbirlerini seviyorlar, önemsiyorlar. İhtiyacı olana hep birlikte koşuyorlar. Ayrıca hepsi bir biçimde üretiyor. Hayat boyu aynı işi yapmak, bir işe, bir amaca ömrünü adamak değil, üretimden anladıkları. Bir ömre farklı hayatlar, farklı uğraşlar sığdırabiliyorlar. Gençliğinde daha zor ve ağır işlerle uğraşan bir kişi, yaşlandığında küçük bir restoran işletebiliyor örneğin. Ya da evde, el emeğiyle ürettiği ürünleri satıyor. Önemli olan, sabah yataktan kalkmayı sağlayacak, sağlığın el verdiği ölçüde ve severek yapılan bir uğraşa sahip olmak. Aynı anda birden fazla işle meşgul olmak da mümkün. Kapasiteyi fazla zorlamadan tabii ki. Yaşamdan zevk almaya engel olmayacak şekilde…
İşte püf noktası: YAŞAMDAN ZEVK ALMAK!
Kim “işimden çok zevk alıyorum, bu yüzden çok çalışıyorum” derse, bir süre sonra birdenbire tükeneceğinden ve farklı arayışlara gireceğinden habersizdir. Hepimizin dönem dönem işimize sarıldığımız, başka hiçbir şeyi gözümüzün görmediği, hayatın tüm güzelliklerini ıskalayarak kafamızı işe, paraya, güce gömdüğümüz doğrudur. Fakat bu dönemler genel olarak tükenmişlikle ve hem fizyolojik, hem ruhsal açıdan önemli kayıplarla son bulmuştur.
Yaşamda DENGE olmadan SÜREKLİLİK olmaz.
İşte bu yüzden, bu sessiz istifa hareketini ben SESSİZ ÇIĞLIK olarak yorumluyorum. Sadece gençliğin değil, sanayi devriminden bu yana, ağır çalışma şartlarının ve hızla gelişen teknolojinin yarattığı yoğun sisin içinde kaybolan, pandemiyle birlikte kendi varlığını, yaşamdan beklentilerini fark eden, hipnotik bir uykudan uyanan insanın çığlığı!
Yeniden insan olmak, “BEN”den “BİZ”e dönmek isteyen, kendini bulmak, kendi istediği hayatı yaşamak, yaşamdan zevk almak isteyen insanın çığlığı.
Peki ne olur, insanlar daha az çalışsa, daha çok eğlense, daha çok seyahat etse, yaşamdan daha çok zevk alsa?
İşten mi koparlar örneğin? Gidip bir daha gelmezler mi? Daha mı az malımız, eşyamız olur? Daha mı kötü besleniriz? Sanayi mi çöker? İnsanlar zevke, sefaya mı dalar? Dünya mı batar?
Sahi ne olur?
Mutsuz çalışanların birbirinin kuyusunu kazdığı sevgisiz, hoşgörüsüz şirketlerde çok mu verimli üretim yapılıyor gerçekten? Bütün mesele, hep daha fazla satmaya ve daha fazla kazanmaya odaklanırken, çalışanın mesai saatini bir dakika geçirmemesi ya da daha fazla üretim, daha fazla kazanç uğruna tatilinden, ailesinden, değerlerinden, kısaca yaşamından feragat etmesi mi? Bu insanların neler düşündüklerinin, hayattan beklentilerinin, mutlu olup olmadıklarının bir önemi yok mu?
Böyle mi çalıştırmak istiyoruz insanları sahiden? Durum buysa, ben yapay zekaya tümden razıyım. Madem ki insanın sahip olduğu ruhu, sevgiyi, değerleri üretime yansıtmayacağız, madem ki insan aklının o müthiş yaratıcılığını, otantikliğini işin içine katmayacağız, varsın makineler yapsın bu işleri, onlar üretsin her şeyimizi. İnsanlar da sevdikleri işleri, istedikleri kadar ve istedikleri zaman yapma özgürlüğüne sahip olsun bundan böyle; ağır çalışma koşulları törpülemesin daha fazla beyinlerini, ruhlarını, kalplerini.
Sessiz istifa, halihazırda A.B.D.’ye özgü bir kavram. Ülkemize sirayet eder mi, bilmem. Ederse nasıl karşılanır, nasıl sonuçlanır, kestirmek çok da zor değil. Fakat gönül ister ki, “bunlar bize göre değil, burada işe yaramaz o eylemler” deyip görmezden gelmek yerine biz de sorgulayalım, nereden gelip nereye gittiğimizi, hangi koşullarda yaşamak istediğimizi, insanca yaşamak için daha nelerden vazgeçmemiz gerektiğini.
Bazı dönüşümleri gerçekleştirmek için kitlesel hareketler iyidir, fakat şart değildir. Önemli olan insan olmaktır, insanın halinden anlamaktır. Satış rakamlarını, maddi kazançları, statü, unvan, pozisyon kaygılarını bir kenara bırakıp, insanı odağa koymak, öncelikle insan için ürettiğimizin, insan için çalıştığımızın farkında olmaktır. “O ne yapmış”, “bu ne demiş”, takip etmeyi bırakıp, hemen şimdi, bulunduğumuz yerde, kendi işimizde, kendi çevremizde, kendi devrimimizi yapmaktır.
Daha mutlu insanlar, daha mutlu bir dünya, sürdürülebilir bir gelecek için.
Tijen ÖZER