Son zamanlarda sıkça tartışılır oldu bilimle spiritüelliğin ilişkisi (belki de çelişkisi).
Neden bu şekilde ayrıştırmalı bilimle spiritüelliği?
Neden soru sormak ve anlamak yerine doğrudan infaz etmeli ruha dair olanı, sırf bilinmeyenden, anlaşılamayandan korkuyoruz diye?
Üstelik insanın BEDEN, ZİHİN ve RUHTAN oluştuğunu bile bile...
Evet, insan bilinmeyenden korkuyor. Ve hep saklanıyor, güvenli alanlara hapsediyor kendini. Alıştığının, açıklayabildiğinin ve test edebildiğinin dışına çıkmak istemiyor. Oysaki konfor alanı dışına çıkabilenler, her şeye rağmen meraklı ve cesur olabilenler sağlamadı mı bilimdeki ve diğer alanlardaki gelişmeleri?
Tabii dinin bilim üzerinde baskı kurduğu ve gelişmeyi engellediği Ortaçağ’ı da unutmamak gerek. Avrupa, hala Ortaçağ karanlığının etkisini atamadı üzerinden. Nasıl atsın? On değil, yirmi değil, neredeyse bin yıl sürmüş bir etkiden bahsediyoruz. Şöyle bir hatırlayalım: Bundan yalnızca 500 yıl önce, Nicolaus Copernicus (Nikolas Kopernik), güneş merkezli bir evrenin tanımını yaparak, dünyanın ve gezegenlerin güneş etrafında, sabit yörüngelerinde döndüğünü yazmış, mahkemeye çıkarılmadan önce öldüğü için engizisyonun hışmına uğramaktan kurtulmuştu. Aslında başına gelecekleri tahmin ettiği için, ölümüne çok yakın bir zamanda açıklamıştı bu bilgileri, o zamana kadar sır gibi saklamıştı. Kopernik’in tezini savunan İtalyan filozof Giordano Bruno ise engizisyon tarafından yargılanmaktan kurtulamamış ve diri diri yakılarak idam edilmişti. Kopernik’ten sonra Galileo Galilei de aynı fikri desteklediği için engizisyonla ters düşmüş ve yaşamının sonuna kadar ev hapsine mahkum edilmişti. Yani yüzyıllar boyu, bilime ve bilim insanlarına eziyet edildi, kitaplar yakıldı, alimler aşağılandı, öldürüldü ve kayıtsız şartsız dine teslimiyet dayatıldı.
Ortaçağdan sonra Rönesans (Yeniden Doğuş) devri başladığında, yeniden çiçek açtı Avrupa. Kültür ve sanat yükseldi; bilim, üzerindeki kara örtüleri atıp aydınlığa çıktı, kilise giderek gücünü kaybetmeye başladı. Rönesans ile birlikte, Avrupa sırtını bilime yasladı. Tanrı ve din adına yapılan kötülükleri de hiçbir zaman unutmadı.
Bugün gelinen noktada, özellikle Batı dünyasının ve dolayısıyla bilimin, spiritüelliğe neden bu kadar şiddetle karşı çıktığını anlamak çok zor değil aslında. Yeni bir karanlık çağ mı başlıyor, nereye gidiyoruz diye düşünmekte kendilerince haklılar.
Yine de, tüm bu olumsuz deneyimlere rağmen, bir bilim insanı, soru sormayı ilke edinmiş bir kişi, tüm insanlığı ilgilendiren bir olguyu, sırf pozitif bilimler içerisinde sayılmıyor diye, neden araştırmadan, bilgi sahibi olmadan, deneyimlemeden, körü körüne reddeder? Özellikle de Batı ile Doğu arasında bir köprü olan, topraklarında ‘’Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol’’ diyen Mevlana’yı, ‘’Bir ben var bende, benden içeri’’ diyen Yunus Emre’yi ve daha nice büyük filozofları misafir etmiş Anadolu coğrafyasında! İşte bunu anlamak mümkün değil. Bilimin var olma nedeni insanın merakı, soru sorma, sorgulama kabiliyeti olduğuna göre, neden spiritüellik konusuna da reddetmek yerine merakla yaklaşmıyoruz? Neden soru sormak ve anlamaya çalışmak yerine doğrudan infaz ediyoruz? Ayrıca, bilim de değişip gelişmiyor mu? Yüzyıllar boyu doğru bildiklerimiz bir anda yerini yeni gerçekliklere bırakmıyor mu? Sahip olduğumuz bilgilerin en doğru, en gerçek bilgiler olduğundan nasıl emin olabiliriz? Sürekli soru sormaya, araştırmaya devam etmiyor muyuz? Gelişmenin, ilerlemenin tek yolu sorgulamak değil mi? Bu durumda, sadece o gün için ulaşabildiği (!) verilerle hareket etmek durumunda olan bilim cephesinde de yüzde yüz doğruluktan ve gerçeklikten bahsedebilir miyiz?
Tam bu noktada, bu yargısız infaz etme eylemini Batı dünyasının ve bilim camiasının tamamına mal etmemek adına ifade etmek gerekir ki, spiritüelliği bilimin karşıtı ya da düşmanı gibi görmeyen, merak eden, araştıran ve bilimle kaynaştırarak insanların hizmetine sunan çok fazla araştırmacı ve bilim insanı var. Bugün Batı'nın bilimsel yaklaşımını Doğu’nun kadim bilgileri ve şifa yöntemleri ile harmanlamak suretiyle yaratılan pek çok yöntem ve teknik, doktorlar, psikologlar, psikiyatristler, şifacılar ve kişisel gelişim uzmanları tarafından kullanılıyor ve insanlığa fayda sağlıyor. Örneğin Zen Budizminden aldığı Mindfulness (bilinçli bir farkındalıkla dikkati ana odaklama) kavramını ve çeşitli meditasyon tekniklerini kendi alanına taşıyarak MBSR (Mindfulness-Based Stress Reduction/ Mindfulness Bazlı Stres Azaltma) Programını yaratan ve Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde kurduğu MBSR kliniğinde, strese bağlı fiziksel ve ruhsal hastalıkların iyileştirilmesinde önemli sonuçlar alan Prof. Dr. Jon Kabat-Zinn, bunlardan sadece biri. 1980 yılında ise, klinik psikolog Dr. Roger Callahan, Çin tıbbında uygulanan şifa tekniklerinden esinlenerek, bedendeki bazı akupunktur noktalarına yapılan küçük vuruşlarla enerji akışını dengeleyen ve iyileşmeyi sağlayan T.F.T. (Thought Field Therapy/ Düşünce Alanı Terapisi)’yi yaratıyor. Ve bu yöntem, 90’larda, mühendis ve NLP uzmanı Gary Craig tarafından geliştirilerek E.F.T. (Emotional Freedom Techniques/ Duygusal Özgürleşme Teknikleri) adıyla insanlığın hizmetine sunuluyor. Bilimsel bulgular üzerine inşa edilen, bedenin ve zihnin işleyişini esas alırken duyguları yok saymayan bu ve benzeri yöntem ve teknikler sayesinde insanlar, ilaçsız ve ağrısız olarak olumsuz duygularından ve bu duyguların beden üzerinde oluşturduğu stres ve etkilerden, dolayısıyla çeşitli hastalık, bağımlılık ve sıkıntılarından kurtulabiliyorlar. Üstelik bu yöntemlerin sonuçları da yapılan deney ve testlerle ispatlanabiliyor. Örneğin E.F.T.’nin taze kan hücreleri üzerindeki olumlu etkisi, mikroskoplar altında incelenerek test edilmiş ve ispatlanmış, bunları çeşitli kaynaklarda bulmak mümkün. Mindfulness ise, stres bazlı hastalıklarda ve psikolojik sıkıntılarda yarattığı olumlu etki nedeniyle 40 yıldan uzun bir süredir psikologlar ve psikiyatristler tarafından etkin olarak kullanılıyor.
Gerçekten spiritüelliğe hak ettiği değeri ve önemi veren, yaşamı bütünüyle kavramaya çalışan insanların sayısı azımsanmayacak kadar fazla. İnsanlar artık hastalanmadan şifa bulmak istiyor. İyi hissetmek ve mutlu olmak istiyor. Dolayısıyla, koruyucu tıbbın ve enerji çalışmalarının değerini, insanın kendi içsel değerleri ve özü ile temas kurmasının önemini giderek daha fazla fark ediyor. Zaten bu yüzden spiritüellik kavramı bu kadar öne çıkıyor. Bu yüzden sesler bu kadar yükseliyor.
Bugün kullandığımız anlamıyla spiritüellik, aslında insanın tinsel, yani ruhsal dünyası ile bağlantı kurmasından öte bir durum değil. İnsan, beden, zihin ve ruhtan oluşuyor. Yani, kabul etsek de, etmesek de, hepimiz spiritüel varlıklarız. Bir bebeğin doğduğu anda annesiyle buluşmasından etkilenmeyen bir tane insan var mıdır? Gün doğumunun muhteşemliğinden ilham almayan tek bir kişi biliyor musunuz? Hangimiz güzel bir müzik duyduğumuzda coşmuyoruz?
Ruhum doydu…Ruhum şenlendi…Ruhuma iyi geldi…Ruhum sıkıldı...
Kim söyletiyor bu sözleri?
Neden rahatlamaya ihtiyaç duyuyoruz? Neden müzik dinliyoruz, roman okuyoruz, seyahate çıkıyoruz ya da bir dost arıyoruz sıkıldığımızda? Neden tüm vaktimizi işe ve maddi kazanca yönelik eylemlere ayırdığımızda mutsuz oluyoruz? Neden huzuru doğada arıyoruz?
Çünkü zihnimiz bilmese de, ruhumuz bizim için neyin doğru olduğunu biliyor. Aklımızla, mantığımızla yol alamadığımız pek çok durumda sezgilerimizle hareket ediyoruz ve çoğu zaman da bu seçimlerimizden pişman olmuyoruz,. Çünkü sezgilerimiz sayesinde, beş duyumuz ile algılayamadıklarımızı algılama, gerçeği kanıta ihtiyaç duymadan doğrudan bilme yetisine sahibiz.
Bilimin halen ulaşamadığı ve açıklayamadığı pek çok olgu var. Hepimiz kendi hayatımızda, paranormal gibi görünen durumlar yaşıyoruz, rüyalar görüyoruz, ilginç tesadüflerle (!) karşılaşıyoruz. Ve bunları merak ediyoruz, çözmek istiyoruz. Rasyonel zihnimizle çözemediğimiz durumları nasıl olup da sezgilerimizle bildiğimizi öğrenmek, farklı gerçeklere ulaşmak istiyoruz. Kendimizi, yalnız fiziksel bedenimizle değil, her yönümüzle var etmek, kim olduğumuzu, neye muktedir olduğumuzu bilmek, deneyimlemek ve böylece kendi hayatımızı yönlendirebilmek, kendi kaderimizi şekillendirebilmek istiyoruz.
İşte bu noktada, görünmeyene ulaşma yolunu bize spiritüel çalışmalar açıyor. Dünya üzerinde, hatta evrende bulunan canlı ve cansız tüm varlıkların bir enerji ağı ile birbirine bağlı ve etkileşim içinde olduğunu bize deneyimleten, kendimizi keşfetme yolunda kendi iç dünyamız ve sezgilerimizle bağlantı kurmamızı sağlayan, özümüzden gelen değerleri ve özellikleri fark edip, hayatımızı buna göre tasarlamamıza, motivasyonumuzu maddeden ve fiziksel olandan değil, duygularımızdan, içsel olandan, bize ait olandan almamıza yarayan çalışmalar bunlar. Ve bunlar bütünüyle tek bir amaca hizmet ediyor: İNSANIN TEKAMÜLÜNE.
Spiritüellik din değildir. İnsanları kontrol etmeyi, yönetmeyi, korkutmayı ve kişiliklerini yok etmeyi hedeflemez. Spiritüelliğin amacı insanı uyutmak, uyuşturmak değil, tersine, uyandırmaktır, kendi varlığı ve toplumsal konumuyla ilgili farkındalığa ulaştırmak, bütünün bir parçası olarak bütünle birlikte hareket etmek durumunda olduğunu görmesini, bir yandan da kendi özünü, kendisinin kim olduğunu ve kim olmak istediğini fark etmesini ve iyi olmasını, iyi hissetmesini sağlamaktır.
Bilim, test eder, dener, ölçer, kanıtlar ve gerçeklere ulaşır. İnsanı, bilgiyle buluşturur, bütünü kavramasını sağlar.
Spiritüellik de insanı kendi ruhsallığı ile, yani görünmeyen gerçeği ile buluşturur, kendi özelinde özü kavramasını sağlar.
Spiritüelliğin amacı da, tıpkı bilim gibi, keşfetmek ve gerçeklere ulaşmaktır. Gerçek spiritüellik, safsatadan beslenmez, sorgular. İnsanın kendi özüne dokunması, kendi gerçeklerine ulaşması ve kim olduğunu keşfetmesi esasına göre hareket eder.
Bu bağlamda, spiritüalizm gerçekte bilimin kardeşidir ve aslında bilim de ilhamını spiritüalizmden alır. Evrenin oluşumu, doğadaki ahenk, insan bedeninin ve zihninin muhteşemliği, başlı başına spiritüel olaylardır ve hepimizi büyüler, merak etmemizi sağlar.
İnsan, tek boyutlu bir varlık değildir, olamaz da. Nasıl ki sadece tinsel dünyada var olup fiziksel dünyadan kopmak kişiyi kendine yabancılaştırıp dünyadan kopartır ve mutsuz ederse, sadece mantıkla, akılla ilerlemeye çalışmak, sadece maddeye tutunmak da çıkmaza sürükler. Beynimiz iki lobdan oluşmaktadır, mantıkla sezgiyi bir arada kullanabilmemiz, dengede olabilmemiz ve doğru yolu bulabilmemiz için. Bu yüzden, insanın gelişimi, ruhsal benliğini yadsıyarak, yok sayarak mümkün değildir. Artık kendimizi tanıma, kendi özümüzden alacağımız güçle kendimizi gerçekleştirme vaktidir. Artık Ortaçağ kabuslarından sıyrılıp uyanma, aydınlığa ulaşma yolunda hep birlikte hareket etme, korkunun yerine anlayış ve sevgi koyma vaktidir.
Tijen ÖZER