24 Jul
24Jul

2021 yılının ilk çeyreğinde, pandemiyle birlikte artan tükenmişlik hissi ve kişisel sorgulamaların neticesinde, çalışanların kitleler halinde ve kendi istekleriyle işlerinden ayrılması ile başlayan, ABD’den tüm dünyaya yayılan Büyük İstifa (Great Resignation) Hareketi, yapılan son araştırmalara göre Büyük Pişmanlık (Great Regret) Hareketine dönüşmek üzere. 

Anketler, işlerinden çeşitli sebeplerle (düşük maaş, olumsuz çalışma koşulları, kendine vakit ayıramamak, hayallerinin peşinden gitmek v.b.) ayrılan çalışanların neredeyse yarısının, geçen zamanda daha iyi bir iş bulamadığı, daha da olumsuz koşullar altında çalışmaya başladığı, hayallerini gerçekleştiremediği, uzaktan çalışmayı benimseyemediği, kısacası beklentilerini bulamadığı için pişman olduğunu gösteriyor. İşin ilginç tarafı, şirketler de farklı bir pişmanlık yaşıyor. Onlar da, çalışanların toplu istifası nedeniyle paniğe kapılarak, işe gereğinden fazla sayıda eleman aldıkları için şu anda gerek finansal olarak, gerekse çalışma düzeni bakımından zorluklar yaşıyorlar. 

Peki Mindfulness’ın bu konuyla ne ilgisi var? Hemen bakalım. 

Mindfulness, yani Bilinçli Farkındalık kavramı, içinde bulunulan ana odaklanmak suretiyle, olan biteni yargısız ve tarafsız bir gözle, yani olduğu gibi algılamayı anlatıyor. Diğer bir deyişle, an içinde kendi fiziksel ve duygusal varlığının farkında olmak, çevreyi algılamak, diğer insanların varlığını, duygularını, düşüncelerini fark etmek, yapılan her işe yüzde yüzünü vermek, geçmişe ya da geleceğe takılmadan, ANda olup bitenleri değerlendirmek ve doğru aksiyonu almakla ilgili bir yaşam becerisi.

Mindfulness’ın kökleri, 2500 yıllık Zen Budizmi öğretilerine dayanıyor. Bu anlamda kadim bir bilgi diyebiliriz. Günümüzde ise, Batı dünyasında uygulanan şekliyle, tamamen seküler, tüm inançlardan ve dini motiflerden arındırılmış, bilimle harmanlanmış bir zihin eğitimi. Mindfulness’ı Batı ile tanıştıran kişi, bir bilim insanı olan Prof. Dr. Jon Kabat-Zinn, öğretim üyeliği yaptığı Massachusetts Üniversitesinde, 1979 yılında kurduğu Mindfulness Kliniğinde, uyguladığı mindfulness pratikleri ve meditasyonlar ile, stres bazlı hastalıkların tedavisinde önemli gelişmeler kaydediyor ve bu sayede bu pratikler, tüm dünyada, psikiyatristler, psikologlar, koçlar ve kişisel gelişim uzmanları tarafından güvenle kullanılmaya başlıyor. 

Bugün sadece tıp, psikoloji ve kişisel gelişim alanları ile sınırlı değil Mindfulness’ın etkin kullanıldığı alanlar. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere gelişmiş ülkelerde, hükümet destekli mindfulness programları açılıyor, okullarda, iş yerlerinde, toplumun her kesiminde insanlara mindful olmanın önemi öğretiliyor. Dünyaca ünlü birçok üniversitenin (Oxford, Cambridge, Harvard, UCLA, Massachusetts University, New York University v.b.) Mindfulness Merkezleri mevcut. Bu merkezlerde, her yıl yüzlerce bilimsel araştırma yapılıyor, makaleler yayınlanıyor ve her geçen gün Mindfulness daha da geniş kitleler tarafından kabul görüyor. Çok uluslu şirketlerin pek çoğunda mindfulness programları açılıyor ve çalışanlar ücretsiz olarak bu programlardan faydalandırılıyor. Oteller, çalışanlarına ve misafirlerine ücretsiz mindfulness uygulamaları sunuyor. Mindfulness programlarının, uygulandığı her yerde, çalışanların mutluluğunu, kuruma ve birbirlerine olan bağlılığını, motivasyonunu ve yaratıcılığını önemli oranda arttırdığı ölçümleniyor. Bu etkiler iş dünyasında çok önemseniyor, çünkü artık, başarılı olmak isteyen şirketler, çalışanlarının mutluluğunu da sağlamak konusunda kendilerini sorumlu hissediyor.

Gelelim Büyük İstifa Hareketine.  

Bir iş yeri düşünün, patronlarından başlamak üzere, en alt kademedeki çalışanlarına kadar herkes mindfulness’ı öğrenmiş ve hayatına dahil etmiş. Bir olumsuzlukla karşılaştığında otomatik tepkiler vermek yerine duruyor, düşünüyor, kendi amaçlarına en uygun davranışı seçiyor. Ön yargılara, toplumsal koşullanmalara, sınırlayıcı inançlara kulak asmıyor. Her anın, farklı bir deneyim olduğunun farkında. Sadece o anda olan biteni anlamak için çabalıyor. Her zaman tarafsız, her zaman yargısız. Düşüncelerin ve duyguların değişebildiğinin farkında. Değişime açık ve zorluklar karşısında esnek. Sabrediyor. İzliyor. Fark ediyor. Empati kuruyor. Problemden kaçınmak yerine onu kucaklıyor ve çözüm arıyor. Kitlesel tepkilerden uzak duruyor. 

Sizce böyle bir iş yerinde bir toplu istifa hareketi olur muydu?  

Tabii ki olmazdı. 

Öncelikle böyle bir iş yerinde yöneticiler, karşılaştıkları süreçle nasıl baş edeceklerini bilir, paniğe kapılmak yerine sakin kalır, çalışanlarıyla iletişimi daha da güçlendirir, onların duygu ve düşüncelerine önem verir, dinler ve anlamaya çalışırdı. Mindful yöneticiler, egolarının kurbanı olmak yerine çalışanlarıyla empati kurar, onların kaygılarını fark eder, bu kaygıları gidermek için onlarla birlikte ve onların yanında olduklarını hissettirirdi. 

Böyle bir iş yerinin çalışanları ise, yaşanan olumsuzluklar karşısında suçlu aramak yerine durumu tarafsız gözle izler, değerlendirir, sebeplerini tespit eder, birlikte üstesinden gelmek için güç birliği yapardı. Kitlelerin panik anlarında yanlış kararlar alabildiklerini bilir, sonradan pişmanlık yaratacak adımlar atmak yerine, sakin olmayı önemserdi. Soruna değil, çözüme odaklanır, kendine ‘’Ne istiyorum?’’ ve ‘’Nasıl yapabilirim?’’ diye sorar, taleplerini yöneticilere uygun bir dille ve açık iletişimle bildirirdi. Çünkü söylediklerinin dinleneceğini ve dikkate alınacağını bilirdi. Ha, böyle bir iş yerinde işten ayrılan hiç olmaz mıydı? Olabilirdi elbette. Ama bu karar da, iyi düşünülmüş, tartılmış, kararı alan kişi tarafından, kendisi için doğru olduğuna kanaat getirilerek alınmış, pişmanlığa neden olmayacak bir karar olurdu. 

Sizce birbirini anlayan, birbirine değer veren ve durup düşünerek, sonuçlarını tartarak, çözüme yönelik hareket eden insanların bulunduğu bir ortamda çözüm üretilememesi mümkün mü? 

İş dünyası değişiyor. Çalışanların beklentiler, dolayısıyla çalışma koşulları değişiyor. Ancak bu tarz kitlesel hareketler ve sonucunda gelen pişmanlıklar, devrim yaratmak yerine maalesef iş verenlerin çalışanlar üzerinde kurdukları baskıların daha da artmasına yol açabiliyor. Belki de sırf bu yüzden, daha onlarca yıl, insanlar olumsuz çalışma koşullarında, açlık sınırında çalışmaya devam edecekler. Tabii bu durum uzun vadede, iş verenlere de bir şey kazandırmayacak. Kim, herkesin mutsuz olduğu, birbirinin kuyusunu kazdığı, haksızlığa uğramışlık duygusuyla isteksizce çalıştığı bir şirkete sahip olmak ister ki? 

Günümüzün büyük bölümünü geçirdiğimiz iş yerlerimizde daha mutlu çalışmak mümkün mü? 

Elbette! 

Bunun için, ister yönetici ister çalışan olalım, öncelikle maddiyatın gerçek bir motivasyon unsuru olmadığını, önemli olanın içsel motivasyon olduğunu anlamamız gerekiyor. Yani, sevdiğin işi yapmak, yaptığın işi sevmek! Bunun için de olumsuzluklar yerine olumlu olana odaklanmamız, daima çözüme yönelik hareket etmemiz, kendi fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarımızın farkında olmamız, bunları uygun bir dille ifade etmeyi öğrenmemiz, kendi ihtiyaçlarımızı karşılarken çevremizle de uyum içinde olmak gerektiğini fark etmemiz gerekiyor. Birbirimizi anlamak yolunda çabalamamız, duygusal zekayı geliştirmeyi öğrenmemiz, kazancı değil, İNSANI odağımıza almamız gerekiyor. 

İşte bunu yapabildiğimizde, muhteşem gül bahçeleri bizi bekliyor. Dikenleriyle birlikte elbette. Önemli olan hayatın sadece güzelliklerini değil, zorluklarını da fark edebilmek, onları aşmak için gerekli duygusal dayanıklılığa, esnekliğe ve içsel güce sahip olmak, bunun için kendimizi eğitmek.   

İş yerlerimiz, ikinci evimiz. Çalışma arkadaşlarımız ise, ailemizden sonra hayatımızda en çok yeri ve etkisi olan insanlar. Bu yüzden daha fazla ilgiyi hak ediyorlar. Hem kendimize, hem çevremize göstereceğimiz biraz özen, büyük farklar yaratabilir, hayatımızı çok daha anlamlı kılabilir. Ne dersiniz, denemeye değmez mi? 

Tijen ÖZER


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.